Bir kitaba uzandı elim , yazarı tanıdık ve samimiydi . Kapaktaki eski bir müzik kasetinin fotoğrafı , dağılmış bantları beni sardı ve kitapla kasetin içinde keyifli bir okuma yolculuğuna çıktım .
Siz de buyurun ,
Hangisi önce başladı, müzik mi , ıstırap mı ? Istırap
çektiğim için mi müzik dinliyordum ? Yoksa müzik dinlediğim için mi ıstırap
çekiyordum ? İlk aşk ayrılıklarından birinden sonra düşünürken … Ve fonda Neil
Young’dan “ Only love can break your heart” , Smiths’den “ Last night I dreamed that somebody loved me
“ , “ Love Hurts” , “ She’s gone “ … (
Kitaptan alıntı )
İnsan potansiyeli . Tüm bileşenlere sahipsin . Canın sterse
sevilesi biri olabiliyorsun. Canın isterse insanları güldürebiliyorsun ,nazik
birisin,birinden hoşlandığına karar verdiğinde , o insan kendini dünyanın
merkezindeymiş gibi hissediyor ve bu çok seksi bir duygu . Sorun şu ki ,
genellikle canın bunların hiçbirini istemiyor … Senin tek yaptığın , hiçbir şey
yapmamak ! ( Kitaptan alıntı : Sevgilisi kahramanımızı analiz ederken …)
Şahane bir vurgu daha : İnsanlar silahla oynayan , şiddet
dolu filmler izleyen gençler için kaygılanıyorlar , geleceklerini şiddet ele
geçirecek diye ama kimse kırık kalplerden , aşk acısı ve hüznü yaşayan çocuklar
için ve onların duygularını anlatan binlerce kelime ve şarkı dinleyen bu
çocuklar için kaygılanmıyor . Romantizm söz konusu olduğunda tanıdığım en
mutsuz insanlar müzikten ( pop\rock) en çok hoşlananlardır . (Kitaptan alıntı )
Kahramanımız orta düzey bir Londralı , örneğin kitap tercihlerine bir göz atacak
olursak fazlaca kasmadığını görebiliyoruz , orta düzey ve matrak konuları seçiyor, pek iddialı bir okur olduğu söylenemez . İşte birkaç örnek -hepimizde çokça görüleceği üzeri - : Raymond
Chandler – Büyük Uyku ( Arka sokaklarda geçen bir polisiye ) ,Thomas Harris –
Kızıl Ejder , Douglas Adams – Otostopçunun Galaksi Rehhberi desek yeter sanırım. Benim listemde Jack kerouac'dan Yolda , Zen Kaçıkları , İngvar Ambjörnsen'den Beyaz Zenciler ilk üçe girer herhalde ...
Ya filmler : En sevdiği 5 Amerikan Filmi ( Bu arada kitapta her
şeyin ilk beşini yapmak bir takıntı, tüm kitapta harika ve matrak 5’ler bulacaksınız ) : Baba ,
Baba2 , Taksi Şöförü , Sıkı Dostlar , Resarvuar Köpekleri , bilmem anlatabildim mi ? ( Kitabın yazıldığı
tarih olan 1990’lar başı itibarı ile ) . Benim kilerden bazıları ise şöyle , Katil Doğanlar , Arizona Dream , Kurtlarla Dans ...
Hikaye şu ,
90’ların başı Londra’nın arka mahallerinden birinde bir
plakçı dükkanı (Championship Vinly ). İşin özü plak satma , kayıt kaset ya da karışık kaset yapıp çekme zamanları . Otuz beşinci yaşını devirmek üzeri olan , sevgilisince terk edilmiş , terk edilmişliklerinin muhasebesini yapan , kaybedenler kulübüne girmeye
ramak kalmış, ama direnen ; esprili , sevimli , rahat ve batak
bir patron . Dükkanın sahibi görünmek dışında nasıl bir patron ise artık ! İki takıntılı müzik hastası çalışan ( Rahatsız ve hafif arıza Barry ile sessiz sakin
ama utangaç Dick ) . Dükkanda işler kesat ,müşteri
olmayınca konu kendi aralarında müzik ya da hayat tercihleri üzerine tartışma , didişme , buradan çıkan şarkılar ile gruplar üzerine harika ve çok tanıdık tartışmalar ve diyaloglar . Her konuda yaptıkları meşhur ilk beşleri bunların en güzel örnekleri . Bu bana da Led Zeppelin mi , Deep Purple mı yoksa Black Sabbath tartışmalarımızı hatırlatıyor ve burada bir Smoke On The Water benim cevabım oluyor sanırım ...
Terk edilmişliklerin hüznü - Black Sabbath ve "She's gone" diyorum kesinlikle ki yazarın listesinde de yer alır, birde isteğe göre Nirvana 'dan bir " Hey Girl , where did you sleep last night " durumu uyar sanırım - , aşk acılarının getirdiği yeni limanlara yelken açma mücadeleleri ; hem komik , hem de aynı duyguları yaşayanların tahmin edeceği tanıdık tiplemeler , simalar , kaygılar ve, tripler , tripler , tripler … İçsel kaygıların , dışsal davranışlarla savaşı , içinden çıkılmaz durumlar , bunalımlar , kaybedilmişlik , hiçlik duyguları ama yok olmayan bir piçlik de cabası . Zeka dolu oyunlar , anekdotlar , okuyucuya gülümsetirken düşündürecek diyaloglar da unutulmasın , merak edin diye not düşmeliyim J . Kendini Rüzgara bırakılmış hissi veren ve tanıdık hayat tarzları . Pearl Jam 'dan bir " Alive " iyi gider mi ?
Ha Londra , ha İstanbul ! Kitabı okurken yazarın tarzı , samimiyeti , açık ve akıcı dili beni alıp yıllar öncesine, İstanbul’un benzer zamanlarına, tozlu caddelerin zula köşelerindeki kayıt kaset tezgahlarına , Kadıköy'e , Bakırköy'e , Teşvikiye'ye , Beyazıt'da üniversitenin önünde ki saatlerce soğuk kar demeden başında nice şahane anlar geçirdiğimiz kaset tezgahının başına götürüyor . Fahri , Ogün, Tarık , Ayhan Abi , Fuat ve nice tanışıklığımızın sebebi olan diğer dostluklara . Sonrası Taksim’de doğan yeraltı rock kültürünün ilk yıllarına , o eski pavyonlardan , meyhanelerden ,ocak başlarından devşirme salaş barlara - Eksi Kemancı , Has-sick-The-RR, Gitane, Haydar , Gitar , Caravan'a ve sonraları Baraka'da ki o eski ve çılgın rock gecelerine - saatlerimizi ,günlerimizi, haftalarımızı ,aylarımızı geçirdiğimiz, plakların, cdlerin , kayıt kasetlerin içinde , en iyilerimizi (Best Of'lar , Greatest Hits'ler) yapma uğraşlarına . Her en iyiyi dostlarımıza ,sevgililerimize ya da sevgili bulma umutlarıyla birilerine hediye edişlerimize ; yeni bulduğumuz bir plağı (İlk bulduğum orjinal Janis Joplin plağnıı mesela ) , cd’yi ya da kaseti nadide bir tarihi eser gibi koruduğumuz ,kaçırdığımız, ilk kez dinlerken plağa iğnenin ilk temas ettiği o anda , ilk çıtırtıda heyecandan titrediğimiz ve yeni bir grubu ya da türü keşfettiğimiz o günlere götürüyor ( çok uzun bir cümle oldu farkındayım ama , hikaye hiç kısa değil ki ! O halde Jane'den Together'ı ile soluklanın siz de ) . Aynı mekanlarda takılan tiplerin birbirini tanıdığı , en azından birbirine aşina olduğu o güzel ve özel günlere … Günler , geceler boyu neredeyse içkiyle yıkanıp, yerlere yıkılırcasına barlarda sabahladığımız zamanlara . Ayılmak için bile kahve yerine Bob Dylan'dan One More Cup Cafe dinlediğimiz sabahlara ... Geleceği pek de umursamadan, anı yaşayıp , rüzgarda savrulmanın dayanılmaz hafifliğini hissettiğimi o günlere , müziğin, içkinin ve karşı cinsin ana etken olduğu o harika ( Burası kişiden kişiye değişir tabii orasının güzelliği size kalmış . ) günlere götürdü . Nick Hornby’nin 90’ların başında kitaba aktardığı Londra’da yaşadıklarını biz belki çok benzer ve de küçük nüanslarla İstanbul’da yaşıyorduk . Biz de müziği dinliyor , onu yaşıyor , sevgililerimizden ayrılıyor , yeni sevgiler buluyor , her birinin başında ya da sonunda yine müzik dinliyor yine kavga ediyor yine savaşıyor , her birinde yeni bir hikayeyi yeni bir şarkı ile taçlandırıyorduk . Örneğin White Snake'den " Don't break my heart again " . Sonra yeniden başa dönüp yeniden başlıyorduk , hayat bir şekilde bizim içinde çokça benziyordu kitaptaki Rob ve arkadaşlarının hikayesine . Ve içimden bir " Soldier of fortune "dinlemek geçiyor nedense tam da burada ...
Terk edilmişliklerin hüznü - Black Sabbath ve "She's gone" diyorum kesinlikle ki yazarın listesinde de yer alır, birde isteğe göre Nirvana 'dan bir " Hey Girl , where did you sleep last night " durumu uyar sanırım - , aşk acılarının getirdiği yeni limanlara yelken açma mücadeleleri ; hem komik , hem de aynı duyguları yaşayanların tahmin edeceği tanıdık tiplemeler , simalar , kaygılar ve, tripler , tripler , tripler … İçsel kaygıların , dışsal davranışlarla savaşı , içinden çıkılmaz durumlar , bunalımlar , kaybedilmişlik , hiçlik duyguları ama yok olmayan bir piçlik de cabası . Zeka dolu oyunlar , anekdotlar , okuyucuya gülümsetirken düşündürecek diyaloglar da unutulmasın , merak edin diye not düşmeliyim J . Kendini Rüzgara bırakılmış hissi veren ve tanıdık hayat tarzları . Pearl Jam 'dan bir " Alive " iyi gider mi ?
Ha Londra , ha İstanbul ! Kitabı okurken yazarın tarzı , samimiyeti , açık ve akıcı dili beni alıp yıllar öncesine, İstanbul’un benzer zamanlarına, tozlu caddelerin zula köşelerindeki kayıt kaset tezgahlarına , Kadıköy'e , Bakırköy'e , Teşvikiye'ye , Beyazıt'da üniversitenin önünde ki saatlerce soğuk kar demeden başında nice şahane anlar geçirdiğimiz kaset tezgahının başına götürüyor . Fahri , Ogün, Tarık , Ayhan Abi , Fuat ve nice tanışıklığımızın sebebi olan diğer dostluklara . Sonrası Taksim’de doğan yeraltı rock kültürünün ilk yıllarına , o eski pavyonlardan , meyhanelerden ,ocak başlarından devşirme salaş barlara - Eksi Kemancı , Has-sick-The-RR, Gitane, Haydar , Gitar , Caravan'a ve sonraları Baraka'da ki o eski ve çılgın rock gecelerine - saatlerimizi ,günlerimizi, haftalarımızı ,aylarımızı geçirdiğimiz, plakların, cdlerin , kayıt kasetlerin içinde , en iyilerimizi (Best Of'lar , Greatest Hits'ler) yapma uğraşlarına . Her en iyiyi dostlarımıza ,sevgililerimize ya da sevgili bulma umutlarıyla birilerine hediye edişlerimize ; yeni bulduğumuz bir plağı (İlk bulduğum orjinal Janis Joplin plağnıı mesela ) , cd’yi ya da kaseti nadide bir tarihi eser gibi koruduğumuz ,kaçırdığımız, ilk kez dinlerken plağa iğnenin ilk temas ettiği o anda , ilk çıtırtıda heyecandan titrediğimiz ve yeni bir grubu ya da türü keşfettiğimiz o günlere götürüyor ( çok uzun bir cümle oldu farkındayım ama , hikaye hiç kısa değil ki ! O halde Jane'den Together'ı ile soluklanın siz de ) . Aynı mekanlarda takılan tiplerin birbirini tanıdığı , en azından birbirine aşina olduğu o güzel ve özel günlere … Günler , geceler boyu neredeyse içkiyle yıkanıp, yerlere yıkılırcasına barlarda sabahladığımız zamanlara . Ayılmak için bile kahve yerine Bob Dylan'dan One More Cup Cafe dinlediğimiz sabahlara ... Geleceği pek de umursamadan, anı yaşayıp , rüzgarda savrulmanın dayanılmaz hafifliğini hissettiğimi o günlere , müziğin, içkinin ve karşı cinsin ana etken olduğu o harika ( Burası kişiden kişiye değişir tabii orasının güzelliği size kalmış . ) günlere götürdü . Nick Hornby’nin 90’ların başında kitaba aktardığı Londra’da yaşadıklarını biz belki çok benzer ve de küçük nüanslarla İstanbul’da yaşıyorduk . Biz de müziği dinliyor , onu yaşıyor , sevgililerimizden ayrılıyor , yeni sevgiler buluyor , her birinin başında ya da sonunda yine müzik dinliyor yine kavga ediyor yine savaşıyor , her birinde yeni bir hikayeyi yeni bir şarkı ile taçlandırıyorduk . Örneğin White Snake'den " Don't break my heart again " . Sonra yeniden başa dönüp yeniden başlıyorduk , hayat bir şekilde bizim içinde çokça benziyordu kitaptaki Rob ve arkadaşlarının hikayesine . Ve içimden bir " Soldier of fortune "dinlemek geçiyor nedense tam da burada ...
Bu yüzden bu kitap gerçekten dinlenilen müziğin bilinçli ya da bilinç dışı, bir şekilde hayatın her anında nasıl kendine yer bulduğunun harika bir örneği . Her satır arasında bir şarkı , bir albüm ,
bir grup karşınıza çıkıveriyor . Okurken şarkılara ulaşabileceğiniz bir ortam
yaratarak ilerlemenizi şiddetle tavsiye ederim . Bu satırları yazmak için
kitabı yeniden gözden geçirirken, youtube’u kullandığımda olay daha başka bir boyut kazandı -bu yüzden yazıya kolaylık olsun diye linkleride ekledim üşenmeden - . Zaten
yazarı benim gözümde okuduğum şu ikinci kitabıyla kült yapanda bu olsa gerek .
Sevdiği , tutkusu olan konuları samimi ve kolay okunabilir yazabilme yeteneği (
İlk okuduğum kitabı da bir başka çokça
sevdiğimiz ve bildiğimiz bir konu yani futbolu ve Arsenal taraftarlığını hedefe
koyduğu – meraklısının çok iyi bileceği -
Fever Pitch , bizde çıkan adıyla Futbol Ateşi ) ve tarzı oldu .
Uzun lafın kısası şu
ki dostlar - Tam da burada Barış Manço aklımdan geçiveriyor ve " cacık" dinleyesim geliyor- bu satırları okuyor ve belli bir ortak geçmişi paylaşıyor , belli
de bir yaş seviyesinde iseniz ( 35 ve üstü ya da civarları . Ama genç iseniz de bu orta yaş delikanlılarının geçmişine bir yolculuk şansı bulursunuz , kaybınız olmaz emin olun . ) ve hepsinden önemlisi ,
siz de hayatınızın en önemli kırılma anlarını anlatırken , yaşarken , ya
da anımsarken aklınıza bir şarkı -Mesela benim için Gary Moore'dan Still Got The Blues , Pink Floyd'dan Wish You Were Here , Steppenwolf'dan Born To Be Wild - bir
albüm - GNR- Appitate for destruction - bir grup - Benim için The Doors - geliyorsa , siz de
birilerine bir kaset çekip en iyilerinizi hediye etmiş iseniz , Nick’in bu
kitabında kendinizden bir parça bulacaksınız
. Yukarıda ki tarife uygun
değilseniz bile o halde belki de birileri bir zamanlar sizin için bir karışık
kaset hazırlamış ve de size hediye edilmiştir kim bilir ? Bunu yaparken ne düşündüklerini , ne yaşamış
olabileceklerini merak etmez misiniz ? Uyarıyorum
fazla romantizm ummayın , daha farklı bir gerçeklik sizi bekliyor olacak . Sürprizlere hazırlıklı da olmalısınız !
Bu sayfaların yazarlarının nasıl insanlar olduğunu
biliyorsanız ne dediğimi çok iyi bildiğinizi çok iyi biliyorum demektir ( J) ve bu kitabı
okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum …
Tabi yazı böyle bitmiyor . Yazarla işbirliği yapıyorum ve ( Gerçi onun bundan haberi yok
ama bir gün tanışma ve görüşme fırsatı bulursak kendisine söyleyeceğim, onun adına size bir karışık kaset yaptığımı , merak etmeyin , sorun olmaz sanırım J ) size bir karışık kaset
hazırlıyorum , buyurunuz ...
Ölümüne Sadakat ( Ortaya
Karışık Toplama 90'lık kaset * )
a- YÜZÜ
5-
OtisRedding - You Left The Water Running
6- MarvinGaye - Lets get it on
7- Al Green - So tired of being alone
8- LittleWalter - My Babe
B- YÜZÜ
11- BruceSpringsteen - Thunder Road
12- Dusty Springfield - Look of love
19- DonnyHathaway - The Ghetto
Bonus Track
* Kasedin kalan boşlıklarını siz doldurabilirsiniz
** Yazı içindeki şarkı ve grup seçkileri bu satrıların yazarının seçkileridir.
*** Kaset seçkisi , kitaptan derlenen seçkidir.
** Yazı içindeki şarkı ve grup seçkileri bu satrıların yazarının seçkileridir.
*** Kaset seçkisi , kitaptan derlenen seçkidir.
Geronimo
Yalnızkartal
2013 Kasım’ın
ortası
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder