Yakın zamanda çalıştığım şirketin içinde görev yerimiz değişti . Eski ve daima çalıştığımız yer , şehrin göbeğinde modern plazalardan biriydi . Yerin iki kat altında , güneş ve havayla temas etmeden , akıllı binaların çalışma düzeninde , üçyüzaltmışbeş gün , aynı ışık , aynı ısı ve aynı hava şartları ve ambians ile çalışılan bir yerdi , kendimizi orada yıllarca bir köstebek gibi hissetmiştik , tecrübe edenler bilirler ...
Uzun yıllarımız burada geçti . Ancak buradayken biliyorduk ki binanın dışına attık mı kendimizi, şehrin yaşamına dokunabiliyor, temas edebiliyorduk. Yani çalışma hayatının zaruriyetleri nedeniyle bizden çalabildiği zamanlar dokuz saatle sınırlı kalabiliyordu. En azından benim için durum böyleydi .
İşe gitmek , kapıdan içeriye girinceye dek ve kapıdan çıkıldıktan sonra ki zaman arasında beynimi ve bedenimi çokta fazla rahatsız etmeyen bir eylemdi . Sabahları evimin bulunduğu , sırtını boğaza dayamış İstanbul'un en eski semtlerinden birinden sahile yürüyerek inmek , sahil büfelerinden birinde artık her sabah birbirimize aşina olduğumuz için dostane sohbetlere kadar samimiyeti ilerlettiğimiz çaycıdan , patoronuna ( ayrılırken helalleşebilecek kadar ) yaptığımız hoş sohbet , sonrasınsa İstanbul boğazının üzerinden her sabah motorun ya da vapurun mutlaka açık alınında , boğazı koklayarak geçmek . Boğazdan esen rüzgarın tadını ciğerlerine çekerken şehrin tadını duyumsar gibi olmak . O eşsiz siluetin ardındaki şehre bakabilmek , onu kucaklamak ya da kalp atışlarını hissetmek ... Her sabah binilen o tıklım tıklım dolmuşlarda işlerine yetişme telaşındaki uykulu gözleriyle , yorgunluklarıyla , yılmışlıkları , yeni heyecanları ya da enerjileri ile binbir çeşit İstanbulluya dokunacak kadar yakın olmak ve dokunmak ...
Ben her sabah böyle uyanır işe bu bakış ve düşüncelerle giderdim . Bu yüzden bunca zaman şehirin göbeğinde beni esir alan iş yaşamının esaretini üzerimde baskın bir şekilde hissetmemiştim .
Ancak şimdi o günlerim geride kalmış görünüyor , İstanbul sabahları fırından çıkmış taze bir simitin kokusu , sahildeki büfede içilen sıcacık bir çayın buharı gibi burnumda tütüyor . Artık ona boş kaldığım günlerde ya da hafta sonları daha bir içtenlikle koşacağım . Şimdilerde enine boyuna büyüyen bu devasa şehirlerin yeni oluşan banliyölerine doğru kayan yaşam alanlarının içinde şirketler için yeni bir trend olan ( Kimbilir hangi ticari çıkarların ardından ortaya çıkan... ) operasyonel işlerin yapıldığı merkezlerin açılmasından sonra buralara bir nevi sürgüne gönderilmiş insanların arasına karşımış bulunuyorum .
Henüz dört hafta ya da bir ayı geride bıraktık . Burası bambaşka ve çok garip bir dünya . Çok kısa tarifi ile tam bir yarı açık cezaevi . Sabah iş saatinden tam 2 saat evvel yola çıkıyorum , servisler dışında ulaşmanız imkansız . Servis son derece renksiz , kişiliksiz ve ruhsuzlaşmış bir enerji barındırıyor , sürekli uyuklayan , üşüyen veya elindeki cep telefonlarını kurcalayan insanlar bütünü , kaderlerine razı bir görünümde ve teslim olmuş bir havadalar . Rabotlaşmış bir biçimde onlardan bekleneni yerine getirmeye gidiyorlar . Üzerlerinde bir yığın ölü toprağı var gibi ... Sabah servise alışkın olmayan biri için pek zor sindirilebilecek durum bu ve ben de sindiremiyorum zaten !
Yeni çalışma binalarının devası dış alanı kah tel örgüler kah yüksek duvarlarla kaplı , binalar modern bir mimari tarzda , içerisi üzerleri brandalarla kapalı açık caddeleri barındırıyor , hatta kuşların ağaçlara yuva yaptıklarına , kahvaltı tabaklarına musallat olduğunu dahi görebiliyorsunuz , belli ki şehirden bu kadar uzakta , bu kadar anti sosyal bir alanda , insanların muhtemel bunalımlarını tahmin edip bina ile biraz uğraşmışlar ama yine de gri beton duvarlar size gizli bir hapisanede olduğunuzun tüyosunu çok açıkça veriyor . Üzerinize ve bilinçaltınıza o baskı sinsice çullanıyor . Bu arada marka işletmelerin büfeleri ve restaurantları dahi kondurulmuş köşe bucağa , personelin tüm ihtiyacı karşılansın, dışarıyı özlemesin ; beklentisi , talebi olmasın , her işini burada görebilsin diye düşünülmüş ve sanırım ki bu düşünce içindekiler kendilerini önemli bir eksikliği giderdikleri için de kendileriyle öğünüyorlardır da (!)
İçeriye her giriş ve çıkışınızda bastığınız kart , sisteme her giriş ve çıkışınızında bilgisayar sistemlerince takip edilip raporlandığınızı da eklemeliyim , yani tüm süre zarfında ayrıca izleniyor ve raporlanıyorsunuz ... Sabah buraya gelmek için , kendi isteğiniz ve insiyatifinizle saat 07:00 de yola koyuluyorsunuz , akşam eve varış saatiniz 20:00 ( 08:00 pm ) . Yaklaşık ON ÜÇ şahane ( !) saat . Karşılığında size verilen bir ücret ve sizden çalınan hayat , pek tabii ki sizin insiyatifinizde olan birşey bu , ama alternatifiniz ya da seçenekleriniz nedir , işte o bir muamma !
Oysaki burası her anlamıyla yarı açık bir cezaevi , en son geçen gün öğle yemeği sonrası yürüyüş için devasa bahçedeki yürüyüş parkuruna çıktım , yürüyüş yaparken hem diğerlerini hem de kendimi açık cezaevi avlusunda volta atan mahkumlara benzettim . Ne farkımız vardı , onlarda ceza sürelerini dolduryorlar günlerin bitmesini , geçmesini bekliyorlar . Bizler de bu kerbela tipli yerde , saatlerin günlerin ayların hatta yılların geçmesini bekliyoruz , kah çalışarak , kah avluda açık havada volta atarak ...
Ha ! Bu arada şunu da ifade etmeliyim ki bu yazdıklarım benim bakış açım , tüm bunları bir başkası size şahane bir çalışma ortamı ve şartları olarakta aktarabilir pek tabii ki...
Artık bir değişim zamanının geldiğine inanıyorum , kendim içinde , benim benzerim çalışan başka insanlar içinde . Amerikalıların başlattığı ve batıda gelişmekte olan bu " Home Office " yani " Evden Çalışma " nın biran önce hayatımıza girmesini ya da 15 yirmi saniyelik bir deli cesareti ile kendi kurtuluşumuzu ilan etmemiz gerekiyor gibi . Yoksa bu iş böyle olmayacak ya da sistemin o engel olmayan dişlilerinin arasında çğnenip gideceğiz ...
İş yaşamlarının maphusaneler haline gelmiş olması ve getirilmesi ve bunun nekadar farkında olunup olunmadığını bilmiyorum ama Gorki'nin aşağıdaki alıntısıyla bunalımlarıma biraz daha tuz biber ekiyorum , şafak sayarken ...
Yeni iş hayatına başlayacak olanlar için işte böyle güzel (!) gelecekler onları bekliyor . Ne mi demeliyim onlara ? Ne nasihat etmeliyim bilemiyorum , aklıma şu maphushane klişesi geliyor ...
" Allah kurtarsın kardeşlerim "
Aylak Adam
2013 Şubat Sonları
İstanbul'a Uzak , İzmit'e yakın biyerlerde ...
Maksim Gorki der ki ...
"Her sabah nereye
gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir
işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle
yaşayan, kalabalıkların yüzünden yaşamaya karşı, ne bir sevgi, ne de bir
sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına
sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında
yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren;bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş
çocukları !
Size bu ölü yaşamı
hazırlayan “burjuvazidir” ve bu acımasız oyunun varlığını siz izin verdiğiniz
sürece sürecektir."