27 Şubat 2013 Çarşamba

İş hayatından canlı bir deneyim : Modern Çağın Yarı Kapalı Cezaevi


Yakın zamanda  çalıştığım şirketin içinde görev yerimiz değişti . Eski ve daima çalıştığımız yer , şehrin göbeğinde  modern plazalardan biriydi .  Yerin iki  kat altında , güneş ve havayla temas etmeden , akıllı binaların çalışma düzeninde , üçyüzaltmışbeş gün , aynı ışık , aynı ısı ve aynı hava şartları ve ambians ile çalışılan bir yerdi , kendimizi orada yıllarca bir köstebek gibi hissetmiştik ,  tecrübe edenler bilirler ...

Uzun yıllarımız burada geçti . Ancak buradayken  biliyorduk ki binanın dışına attık mı kendimizi, şehrin yaşamına dokunabiliyor, temas edebiliyorduk.  Yani  çalışma hayatının zaruriyetleri nedeniyle bizden çalabildiği zamanlar   dokuz saatle sınırlı kalabiliyordu. En azından benim için durum böyleydi . 

İşe gitmek , kapıdan içeriye girinceye dek ve kapıdan çıkıldıktan sonra ki zaman arasında beynimi ve bedenimi çokta fazla rahatsız etmeyen bir eylemdi .  Sabahları evimin bulunduğu , sırtını boğaza dayamış İstanbul'un en eski semtlerinden birinden sahile  yürüyerek inmek ,  sahil büfelerinden birinde artık her sabah birbirimize  aşina olduğumuz için dostane sohbetlere kadar samimiyeti ilerlettiğimiz çaycıdan   , patoronuna  ( ayrılırken helalleşebilecek kadar ) yaptığımız  hoş sohbet , sonrasınsa İstanbul boğazının üzerinden her sabah motorun ya da vapurun mutlaka açık alınında , boğazı koklayarak geçmek . Boğazdan esen rüzgarın tadını ciğerlerine çekerken şehrin tadını duyumsar gibi olmak . O eşsiz siluetin ardındaki şehre bakabilmek , onu kucaklamak ya da kalp atışlarını hissetmek ...  Her sabah binilen o tıklım tıklım dolmuşlarda işlerine yetişme telaşındaki uykulu gözleriyle ,  yorgunluklarıyla , yılmışlıkları , yeni heyecanları ya da enerjileri ile  binbir çeşit İstanbulluya  dokunacak kadar yakın olmak ve dokunmak ...

Ben her sabah böyle uyanır işe bu bakış ve düşüncelerle giderdim . Bu yüzden  bunca zaman şehirin göbeğinde beni esir alan iş yaşamının esaretini üzerimde baskın bir şekilde hissetmemiştim .

Ancak şimdi o günlerim geride kalmış görünüyor , İstanbul sabahları fırından çıkmış taze bir simitin kokusu , sahildeki büfede içilen sıcacık bir çayın buharı gibi burnumda tütüyor . Artık ona boş kaldığım günlerde ya da hafta sonları daha bir içtenlikle koşacağım .   Şimdilerde enine boyuna büyüyen bu devasa şehirlerin yeni oluşan banliyölerine doğru kayan yaşam alanlarının içinde  şirketler için yeni bir trend olan ( Kimbilir hangi ticari çıkarların ardından ortaya çıkan... )  operasyonel işlerin yapıldığı merkezlerin açılmasından sonra  buralara bir nevi sürgüne gönderilmiş insanların arasına karşımış bulunuyorum .

Henüz dört hafta ya da bir ayı geride bıraktık .  Burası bambaşka ve çok garip bir dünya . Çok kısa tarifi ile  tam bir yarı açık cezaevi . Sabah iş saatinden tam 2 saat evvel yola çıkıyorum , servisler dışında ulaşmanız  imkansız  . Servis  son derece renksiz , kişiliksiz ve ruhsuzlaşmış   bir  enerji barındırıyor , sürekli uyuklayan , üşüyen veya elindeki cep telefonlarını kurcalayan insanlar bütünü , kaderlerine razı bir görünümde  ve  teslim olmuş bir havadalar . Rabotlaşmış bir biçimde onlardan bekleneni yerine getirmeye  gidiyorlar . Üzerlerinde bir yığın  ölü toprağı var gibi ... Sabah servise alışkın olmayan biri için pek zor sindirilebilecek durum bu ve ben de  sindiremiyorum zaten !

Yeni çalışma binalarının devası dış alanı kah tel örgüler kah yüksek duvarlarla kaplı , binalar modern bir mimari tarzda , içerisi üzerleri brandalarla kapalı açık caddeleri barındırıyor ,  hatta kuşların ağaçlara yuva yaptıklarına , kahvaltı tabaklarına musallat olduğunu dahi görebiliyorsunuz , belli ki şehirden bu kadar uzakta , bu kadar anti sosyal bir alanda , insanların muhtemel  bunalımlarını tahmin edip bina ile biraz uğraşmışlar ama yine de gri beton duvarlar size gizli bir hapisanede olduğunuzun  tüyosunu çok açıkça veriyor . Üzerinize ve bilinçaltınıza o baskı sinsice çullanıyor  .  Bu arada marka işletmelerin büfeleri ve restaurantları dahi kondurulmuş köşe bucağa ,  personelin tüm ihtiyacı karşılansın,  dışarıyı özlemesin ;   beklentisi , talebi olmasın , her işini burada görebilsin diye düşünülmüş ve sanırım ki bu düşünce içindekiler kendilerini önemli bir eksikliği giderdikleri için de kendileriyle  öğünüyorlardır da (!)
 
İçeriye her giriş ve çıkışınızda bastığınız kart , sisteme her giriş ve çıkışınızında bilgisayar sistemlerince takip edilip raporlandığınızı  da eklemeliyim , yani  tüm süre zarfında ayrıca izleniyor ve raporlanıyorsunuz ...  Sabah buraya gelmek için , kendi isteğiniz ve insiyatifinizle  saat 07:00 de yola koyuluyorsunuz , akşam eve varış saatiniz 20:00 ( 08:00 pm ) . Yaklaşık   ON ÜÇ şahane ( !) saat . Karşılığında size verilen bir ücret ve sizden çalınan hayat  , pek tabii ki sizin insiyatifinizde olan birşey bu , ama alternatifiniz ya da seçenekleriniz nedir , işte o bir muamma !
 
Oysaki  burası her anlamıyla yarı açık bir cezaevi , en son geçen gün öğle yemeği sonrası yürüyüş için devasa bahçedeki yürüyüş parkuruna çıktım , yürüyüş yaparken hem diğerlerini hem de  kendimi açık cezaevi avlusunda volta atan mahkumlara benzettim . Ne farkımız vardı , onlarda ceza sürelerini dolduryorlar günlerin bitmesini , geçmesini bekliyorlar . Bizler de bu kerbela tipli yerde , saatlerin günlerin ayların hatta yılların geçmesini bekliyoruz , kah çalışarak  , kah avluda açık havada volta atarak ...

Ha  !  Bu arada  şunu da ifade etmeliyim ki bu yazdıklarım benim bakış açım ,  tüm bunları bir başkası size şahane bir çalışma ortamı ve şartları olarakta aktarabilir pek tabii ki...

Artık bir  değişim zamanının geldiğine inanıyorum , kendim içinde , benim benzerim çalışan başka insanlar içinde . Amerikalıların  başlattığı ve batıda gelişmekte olan bu " Home Office "  yani " Evden Çalışma " nın biran önce hayatımıza girmesini ya da 15 yirmi saniyelik bir deli cesareti ile kendi kurtuluşumuzu ilan etmemiz gerekiyor gibi . Yoksa bu iş böyle olmayacak  ya da sistemin o engel olmayan dişlilerinin arasında çğnenip gideceğiz  ...
 
İş yaşamlarının maphusaneler haline gelmiş olması ve getirilmesi  ve bunun nekadar farkında olunup olunmadığını bilmiyorum ama  Gorki'nin aşağıdaki  alıntısıyla  bunalımlarıma biraz daha tuz biber ekiyorum , şafak sayarken ...
 
Yeni iş hayatına başlayacak olanlar için işte böyle güzel (!)  gelecekler onları bekliyor . Ne mi demeliyim onlara ?  Ne nasihat etmeliyim bilemiyorum , aklıma şu maphushane  klişesi  geliyor ...
 
" Allah kurtarsın kardeşlerim  "


Aylak Adam
2013 Şubat Sonları
İstanbul'a Uzak , İzmit'e yakın biyerlerde ...


Maksim Gorki  der ki ...

"Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıkların yüzünden yaşamaya karşı, ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren;bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları !
Size bu ölü yaşamı hazırlayan “burjuvazidir” ve bu acımasız oyunun varlığını siz izin verdiğiniz sürece sürecektir."

19 Şubat 2013 Salı

" Meydanlık " Garip Bir Futbol Mabedinin Hikayesi

Facebook 'da paylaştığı bir bağlantıya  çocukluk arkadaşlarından birinin yaptığı  " Hatırlıyor musun , meydanlıkta ve okul bahçesinde ki maçları ?" yorumuna cevabı  "Hatırlamaz mıyım hiç ! "  oldu .

Oturduğu yerde arkasına yaslandı , camın ardında saklanan karanlık geceye doğru daldı gitti .  Birden çok uzaklarda kalmış ama anıları halen taze o günlere ışınlanmış gibiydi .

Deniz kenarında ki köyünün  tam karşısına düşen ilçeye gidiyordu ilkokuldan sonra köyün çocukları , en yakın ortaokul ve lise oradaydı çünkü . Kimi ailesinin zoruyla , kimi istekle gidiyorlardı , gelecek hayalleri o şehrin ardındaydı  .  Kış mevsiminin soğuk  sabahlarının karanlığında, buz gibi odalarda , uykuya hasret şekilde ve hafif bir isyanla kalkılırdı henüz köyün  horozları dahi  uyanmadan. Tan yerinin ağırmadığı zifiri karanlıkta köy meydanından servise binerdi ortaokul ve lise öğrencileri. Birden kendini o sabah servisinde yarı uykulu ama çoşku dolu bulur gibi hissetti , zorluklar eğlenceli de olabiliyordu ve eğlenmenin zamanıydı şimdi   .  Tabi karşılığında okulda sabahçı olma,   öğlen  13:30 da okulun bitmesi  , 14:30 da köyde olmak ve bu da akşam en azından kışın 17:30'a kadar hem gün ışığını  doyasıya kullanmak hem de sınırsız oyun oynamak demekti . Bu oyunlardan biri de şimdi artık anılarda kalan  okul bahçesi ya da kadro daha geniş ve maç daha iddialı olacaksa alanın da büyüklüğü ile köyün " meydanlık" diye isimlendirilen meydanında ki futbol maçlarıydı .   

Öğrencilerin  öncülük ettiği bu oyunların kadrosunda herkes olabilirdi.   Adam yoksa,  henüz ortaokul öğrencisi bir çocuk , babası yaşında ki bir  oyuncunun şutunda kaleyi korumak zorunda kalabilirdi . Nadiren spor ayakkabılarıyla  - şort ve forma hak getire - yer alan oyuncuların karşısına o gün ve anda  müdahil olan eski futbol meraklısı bir ağabey üzerinde ütülü pantalonu ve iskarpin ayakkabılarıyla  katılabilir , yine o esnada  köy yaşamının vazgeçilmezi işlerden olan ahır ya da tarladaki  işinden dönmekte olan bir genç arkadaşımız ayağındaki devasa ve kaba görünümlü kara lastik ayakkabıları veya çizmeleri  ile oyuna katılmasına da sıklıkla rastlanırdı.  Kısacası herşey mümkündü meydanlıkta ki futbol maçılarında .

Sonuçta herkes bu büyük oyunda sahne almak için can atardı .  Akşam gün batmadan önceki bu saatler gizli açık heyecanla beklenirdi , açıkça sözleşilmeyen ama her zaman saati bilinen anın gelmesi...   Bu törensel maçların  tiribünü " meydanlık" la komşu olan okulun duvarlarıydı . Buraya oturanlar hem seyirci hem de bir nevi yedek oyunculardı ,  heyecanla, eğlence içinde ve bazende oyuncuları kızıdırarak bundan eğlence çıkararak maçları takip ederlerdi ,  gösteri sırasının kendilerine de gelmesini bekleyerek . Tek seyirci bunlarda değildi  karşı kahvelerde vakit geçiren bazı meraklılarda kah heyecanla , kah hayıflanarak " koca koca adamların ne işi var çocukların arasında top koşturmakta !" diyerek serzenişte bulunarak izlerlerdi bu maçları . Kimi çocuğunun sakatlanmaması için dikkat kesilirken , kimileride   sevdiği ya da  yavuklusu o esnada "meydanlıkta"  maç yaptığı için onu bir an görmek arzusu ile  gizli  gizli  camların ardından izlerlerdi bu maçları . 

Bu maçların kadro yapısı  zaman zaman tam bir curcunaya bürünebiliyordu  . En akılda kalanı ;  cami hocasından  ilkokul öğretmenine ya da müdürüne , o esnada  şehirlerden köyümüze  gelmiş  misafirlerden  veteran  ağabeylere  , her yerde işe yarayan topun sahibi olan çocuktan , körpe yeteneklere  ve tabii ki servislerin okullara  taşıdığı heyecanlı ve genç biz öğrencilere kadar ...

Maçların süreleri  işin keyfi ve heyecanına  göre belirlenir ya da gelişirdi  . Saat ,süre , hakem yoktu ,  "on da devre  yirmide biter"  en kabul gören anlaşmaydı .  Hatta bazen çekişmeli maçlar bu rakamlarda bitmediği için , gece karanlığında  altışar , yedişer kişilik takımlar eksile eksile  ikişer kişilik takımlara kadar düşse de  son skoru yakalamak için mücadelelerini sürdürürlerdi . Anneler kızgın babaları akşam yemeği sofrası başında zor zaptederlerdi .   Kimi zaman da bir kavga sert bir faul ya da tartışmalı ve sonuç alınamayan bir pozisyon maçı çok erken sonlandırabilirdi .  Uzayan bir maç esnasında başlayan merakla beklenen bir TV dizisi de bazen bunda etken olabilirdi . Örneğin " Saat altı' da Baretta var , o saate ben bırakırım , ona göre ... " baştan yapılan bir anlaşma olabilirdi , o saatte skor neyse kazanan o olurdu .  Ramazan aylarında da iftara kadar açlığı unutturacak  süreyi en iyi değerlendirme aracı olarak da şahane alternatiflerdi "meydanlık" maçları , ezan sesi maçı sonlandıran hakem düdüğü işlevi görürdü , köpüren ağızlarla çeşmeye koşardık , soyunma odasına koşar gibi ...

O yıllarda  biz orta okullu , liseli çocukların kimisi sporu tüm imkansızlıklara, tüm zorluklara karşı sevdik , biraz daha yetenekli olanlar şehrin amatör takımlarında şans bulabildirler , ama kah yetenekler, kah hayat şartları devamını getirmelerini sağlayamadığı gibi , diğerlerimiz de bu "meydanlık" maçları ile yetinmek zorunda kaldık . Zaman içinde usul usul ayrıldık meydanlıktan birer ikişer ;  kimimiz başka ülkelerde , kimimiz şehirlerde yaşamı kovaladık  ve kovalıyoruz halen . Kimimiz hala köyümüzde o günlerden uzaklardayız şimdi , okul bahşesinde top oynayan çocuklara bakarken ... Yıllar geçti  aradan , ama biz tüm imkansızlıkların içindeki köy çocukları ilk spor eğitimimizi, ilk oyun temellerimizi orada aldık , sporu bilakis  futbolu orada sevdik . Herbirimiz dönemin en iyilerinden biriydik o meydanda  . Kimimiz Maier ,kimimiz Suchmaier , kimimiz Pele , kimimiz Cemil  , Selçuk, ya da Alpaslan  , kimimiz Rumenige , Braitner , Kempes  olduk . Koştuk , düştük , kalktık, sevindik , üzüldük hatta döğüştük . Durmadan vurduk topa , çok yorulduk belki ama pes etmedik , sevdik orada oynamayı hep .  Kimimiz bu spor sevgisini yalnızca taraftarlığa , kimisi  takım fanatikliğine  , kimisi kalbine,  kimisi de benim gibi biraz daha okumaya, araştırmaya ve farklı bir merak seviyesine kadar taşıdı , ama  temelimiz o "meydanlık" ın toprak sahası , okul bahçesi ve servis arkadaşlıkları , köy arkadaşlığı ve kardeşliğiydi. Aslında biz de  o zamanlar pek duymadığımız , bilmediğimiz ama bir o kadar meşhur  Pal Sokağı Çocukları'nın (*)  başka bir versiyonu olarak  , Tatlısu'nun  Meydanlık Çocuklarıydık.

Şimdi köyümüzün o meydanı arnavut kaldırımı taşları ile döşendi , meydan moda tabiri ile  futbol oynamaya müsait değil artık . Okul bahçesi de yeni yapılan ek bina ile biz dev adamlar için pek futbol oynamaya müsait değil . Bir zamanlar kıran kırana yaz turnuvalarının yapıldığı deniz kenarında ki saha da artık yazlıkçıların ve plaj sakinlerinin park yeri ve piknik alanı oldu .

Okul bahçesinin içine büyük bir heyecan duyarak yapılışını izlediğim basketbol sahasıda kaderine terk edildi ...

Günümüz  çocukları bu duygulardan çok uzak ya şehir yaşamları içinde güvenli spor salonları ya da sahalarda spor yapmaya çalışıyorlar ya da sporu yalnızca sanal ortamlardaki bilgisayar oyunlarında oynuyorlar ; temas etmeden , itişmeden , kakışmadan , onların yerine modern dünyanın  gladyatörlerine  dönüştürdükleri futbol takımlarının maçlarında tiribünde ya da ekran başında kendilerini tatmin ediyorlar . 

Hatta şimdilerde çocuklar  , önlerinde ki boş arsalara  boş boş bakıyorlar, tabi boş arsa görebilirlerse , çünkü arsa onlar için birilerinin bir süre sonra üzerine bir AVM ya da bir çok katlı residans yapılmasınından başka birşey ifade etmiyor zaten !   Biran önce yapılsa da şu yeni AVM'ye gitsek  ya da  ah bir parayı bulsam da şu residansta ben de bir ev sahibi olsam duygularıyla ...

Ancak bir avuç çocuğun halen okul bahçesinde oynarken de görebiliyorum , bu içime bir buruk sevinç bırakıyor her defasında , koşup onlarla oynamak istercesine ...


Hatta şimdi  "meydanlıktayım"  sol taraftan camiye doğru koşuyorum Temel sağdan topla ilerliyor herkesi bir bir çalımlayarak , karşısında Rasim'in Murat var , arkasında Mesut , Erkan , kalede Erdem , Fatih , Şükrü , İskender . Herkesin  tek tek geçtikten sonra  kaleciyide çalımladıktan sonra topu boş kaleye atmak için bana verecek ve ben de boş kaleye attıktan sonra abartılı gol sevinciyle makaramı yapacağım ...


Koşuyorum meydanlıkta ellerim iki yanda açık ,  kollarını  açmış bana doğru gelen Meydanlık Çocuklarına  ...

Sonra birden bir sesle irkiliyorum , TV'nin sesi  karanlık geceden odaya ve kendime döndürüyor beni , kaldığım yere yani şu ana ...

 
Aylak Adam 
Şubat 2013

14 Şubat 2013 Perşembe

Çalışmak - Aylaklık üzerine HALİL CİBRAN

Üstad içinde  çalışmak ve aylaklık olan düşüncesini şöyle dillendirmiş .

Biraz benim için çelişik gibi durabilir ama , burada ki çalışma ile  aşağıda bahsettiğim köle baskısı çalışma arasında bir benzerlik görmüyorum ki bu mecazi ve ironik ayrımı doğru yapmak gerektiğini düşünüyorum ...

Aylaklığın değerini anlayabilmek için üstadı iyi okumak lazım gelir kanaatindeyim ...



Çalışmak Üzerine - Halil Gibran'dan alıntı ... 

 
 

Sonra bir çiftçi söz aldı, bize, Çalışmaktan söz et dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:  Yeryüzüne ve onun ruhuna ayak uydurabilmek için çalışıyorsunuz.  Çünkü aylaklık yeryüzünün mevsimlerine yabancılaşmak demektir , sonsuza doğru gururlu bir kabullenmişlik ve soylu adımlarla ilerleyen Hayat'ın gelişiminin dışına çıkmak demektir.
Çalıştığınız zaman akıp giden saatlerin fısıltılarını içinde müziğe dönüştüren bir ney'e benzersiniz.

Çalışmak Üzerine . Ama hangi çalışmak ve nasıl çalışmak.




Eh,  herkes gibi biz de bazı sosyal paylaşım platformlarını kullanıyoruz ve geçen akşam şöyle bir not düşmüşüm ...

Günüzümü büyükşehirlerinde yaşayana ve çalışan insanların durumu ile ilgili  takıldığım bir mevzuyu şöyle paylaşmıştım .. " Kill olduğum mevzular " başlığı ile 

" Toplam sekiz saatlik bir çalışma süresi için sabah evden çıkıp akşam eve giriş saatleri arasında geçen süre 12-13 saati bulunca ( Sabah 07:00 - Akşam 20:00  vb.)  ortaya çıkan ve bence yarı açık cezaevi düzenine MODERN ve insan odaklı bir  süreç denilmesine ve bunun insanlara sanki bir lütuf gibi sunulmasına (...bakın iş bulduğunuza şükredin ,  sessiz olun , başınızı eğin ve çalışmaya devam edin , sesinizi kesin ve  buna sahip olmayanları düşünün ! )  dikte edilmesine  , kabullenilmesinin beklenmesine ve de önemlisi kabullenilmesine ..."   

demişim ...

Yani  kendimin de içinde olduğu  teslimiyetçi ve itaatkar çoğunluğa söylemişim bu "kill olma " durumunu ..

Aslında  bunun bir düzen içinde işleyen bir "Ömür yeme makinesi " olduğunu görmemiz gerekiyor   ve bu çarklar tarafından her geçen gün övütülüyoruz sessiz ve çaresiz  !

Kuluz , köleyiz ve çöpüz hepimiz !  Bu sistem ise bizim sahibimiz  ! 

Ve de hep öyle olmamız /  kalmamız isteniyor ...


Bu durumu kabul mü edeceğiz yoksa bir  İ S Y A N  olacak mı ?

Aylak Adam 
14  Şubat 2013